Bilal Meşe, Sergen Yalçın'ı anlattı! "At yarışına tövbe ettim dedi, kandırdı beni"

Bilal Meşe, Sergen Yalçın'ı anlattı! "At yarışına tövbe ettim dedi, kandırdı beni"

Sergen Yalçın’ı en yakından tanıyan isimlerden yazarımız Bilal Meşe, Fulya’dan Vodafone Park’a uzanan yıllardaki birbirinden renkli anılarını kaleme aldı.

Ajans Beşiktaş -  İşte o yazı dizisi "Bilal Meşe'nin kaleminden: Tanıdığım Sergen Yalçın"...

Sanıyorum 30 küsur yıl geçti tanışmamızın üstünden. Beşiktaş’ın, Şeref Stadı’ndan Fulya’ya taşındığı yıllardır. O altyapıda A takıma çıkmak için gün sayan bir yıldız adayı, bense Şeref Stadı’nın tozlu toprak sahasında çıraklığını tamamlamış, Fulya’da ustalığa terfi etmiş bir muhabir, atlatma sevdalısı.‘Haber atlatacağım’ diye sabahın köründe Fulya’nın yolunu tutar, antrenmana saatler kala oralarda dolanırdım. Antrenman biter ben hala oralarda gezinirdim, park ederdim adeta. Belki bir şey olur da diğer gazetelerdeki arkadaşları atlatırım diye...

O erken gidip geç dönmeler sırasında altyapının çalışmalarını da izlerdim. Altyapının başında Serpil Hamdi Tüzün hocamız vardı, dostluğumuz da sağlamdı. İşte orada tanımıştım ilk olarak Sergen Yalçın’ı...Yeteneği inanılmazdı. Yanlış anımsamıyorsam altyapıdan yetişen çok oyuncu var da, Beşiktaş’ta oynayan, teknik direktörlüğe geçen sadece iki isim oldu:

1- Rıza Çalımbay (Atom Karınca)

2- Sergen Yalçın (Kepçe)

Şimdi diyeceksiniz ki nedir bu ‘Atom Karınca’ ya da ‘Kepçe!’ Efendim, o yıllarda hemen hemen herkesin bir lakabı vardı. Rıza Çalımbay o kadar çalışır, o kadar koşardı ki maçlar ve antrenmanlarda... Dediler ki; ‘İşte Atom Karınca!’...Sergen Yalçın’ın ise hele de çelimsiz bir çocukken ilk dikkat çeken yeriydi kulakları; kepçe gibi. O halde kaldı adı ‘Kepçe!’.

Kimse kimseye kızmazdı bu lakaplar nedeniyle ...Bana da ‘Arap’ derlerdi mesela. Feyyaz Uçar’ın adı ‘Kibar’dı. Metin Tekin, ‘Sarı Fırtına’, Recep Çetin ‘Takoz’, Ulvi Güveneroğlu da ‘Baba!’...O dönemdeki takımda kolej havası oluşmasının sırrı belki de bu detaylarda saklıydı. Artı hepsi okumuş çocuklar, üniversite mezunları oldukça fazlaydı. Dedim ya... Hayatım bir film şeridi gibi geliyor gözümün önüne diye...Onun için tam sırasıyla anlatamayacağım size ama.. Bölüm bölüm gidelim hep birlikte o günlere...Gordon Milne yılları... Yavru Vatan KKTC’deki kamp dönemi...İngiliz teknik patronun antrenmanları öyle sıradan antrenmanlar değildi... Bir kere kolay kolay bitmezdi! 2 saat, 2.5 saat sürer, futbolcuların adeta pestilini çıkardı.O kampa altyapıdan da futbolcular alınmıştı, ‘Geleceğin büyük yıldızı’ Sergen Yalçın da kadrodaydı.O gün idmanda öyle bir tempo yaptırdı, öyle bir tempo yaptırdı ki... Sürekli ‘Gooo, gooo!!’ diye bağırması herhalde Taşucu’ndan da duyuluyordu!A takımdaki tecrübeli isimler artık alışmıştı ama gençler hazırlıksız yakalanmıştı. Zorlandıklarını gözlemledim...Ben de gazeteme haber yazdırdım...Hiç unutmam; başlığı şuydu;

"Gençler dayanamadı!’

Ertesi gün Sergen Yalçın yanıma geldi;-Abi, dedi; sen yanlış görmüşsün!-Neyi yanlış görmüşüm; diye soracaktım ki, yanımdan ayrıldı.Belli ki kırılmıştı biraz! Bu tatlı-sert çıkışını doğal karşıladım. Tepki de göstermedim. Neticede sol ayağı müthiş, hevesli bir delikanlıyı bozmak bana yakışmazdı.Yanında onunla birlikte altyapıdan Cemre de vardı ama o sesini çıkarmadı.‘Demek ki’ dedim; “Bu genç arkadaşın ruhunda liderlik de var! Arkadaşlarının hislerine tercüman oluyor, onları koruyor, sözcülük yapıyor...”Hoşuma da gitmişti bu davranışı... Açık sözlü, öz güveni yüksek, mert bir kepçe kulaklı!

Tövbe ettim dedi, kandırdı beni

Sergen Yalçın ile sonraki yıllarda kaynaştık, yakınlaştık. Abi-kardeş ilişkimizi hiç bozmadık.Ben, Sergen’in ne sigara içtiğini gördüm onca yılda, ne de kadehlerle haşır-neşir olduğunu! Tek bir tutkusu vardı, oyun oynamak! Kağıt oyunları ve at yarışı...Hangi yıldı acaba; anımsamıyorum. Ama o günü dün gibi hatırlıyorum.

"Bak Kepçe; ben bunu yazarım. Yazayım mı, ne diyorsun?"

Fulya’da bir çalışma sonrasıydı... Gazeteci arkadaşlarla sohbet ediyorduk. O yıllarda antrenmanlar bize açıktı, neredeyse çalışmaya katılacakmış gibi yakından izliyorduk oyuncuları, teknik-taktik provaları...Ben de Sergen Yalçın’la ayak üstü laflıyordum.. Durup, dururken dönüp bana;-Abi sana bir şey söyleyeyim mi? dedi. -Söyle kardeşim... -Abi... Ben artık at yarışını bıraktım! -Hadi canım! -Tövbe ettim abi! -İnanmam! -Allah Allah! Tövbe ettim diyorum ya abi! -Bak Kepçe; ben bunu yazarım. Yazayım mı, ne diyorsun? -Yaz abi, tabi yaz. Yaz da okusun herkes!

Gazeteye döndüm, geçtim daktilonun başına biraz da süsleyip, Sergen’in konuşmalarını yazdım.O yıllarda Allah rahmet eylesin, görsel yönetmenimiz büyük usta İsmet Tongo ağabeyimizdi. -Bilal, müthiş haber bu! dedi ve 10 sütuna manşetten koydu sayfaya.Ertesi gün gazete çıktığında ne diyeyim çok heyecanlandım, koltuklarım kabarmıştı. Çünkü o konuşma başka hiçbir gazetede yoktu. Herkes bunu konuşuyordu. Rahmetli Başkan Süleyman Abi (Seba) ile Akaretler’deki kulüp binasında karşı karşıya geldik.

-Bana bak kara sakal! Doğru mu bu Sergen’in söyledikleri diye sordu. -Evet abi, kendisi söyledi. Hepsi doğru! dedim. Başkan mutlu bir haber aldığında belli etmemeye çalışarak gülümser, bıyıkları da hafiften titrerdi. Mutlu olmuştu bu haber nedeniyle, elini omuzuma koydu; -İyi iyi, dedi; inşallah dönmez sözünden! Aradan bir hafta ya da 10 gün geçmişti galiba... Yine Fulya’da bir antrenmandan sonra Sergen’i gördüm. Fulya’da bir stüdyo daire almıştı, evine gidiyordu.

"Hani bırakmıştın at yarışını?"

- Evin hayırlı olsun Kepçe, dedim; bir kahve yaparsın yeni evinde bana. -Tamam abi, ne demek. Hadi gidelim! demez mi? Gittik.. Küçük ama güzel bir daireydi. Yalnız küçük evde ilk göze çarpan dev ekran bir televizyondu. Açıktı ve ekranda atlar koşuyordu... Yani at yarışı kanalı açıktı. Yardımcısı Mehmet bize birer kahve yaptı, o sırada baktım ki Sergen’in bir elinde telefon, diğer elinde çekirdek... Çıt çıt çıtlarken, altılı yazdırıyor! Ben de şaşkın şaşkın bakıyorum! Sergen telefonu kapatır kapatmaz; -Yahuuu kardeşim, dedim.. Hani bırakmıştın at yarışını? - Ne bırakması abi! Yok Sergen at yarışı oynuyor, yok kumar oynuyor. Çok üstüme geldiler. Ben de sana öyle söyledim, demez mi? -Niye peki? Ben sana yazacağım demedim mi? - Dedin... Ben de peki yaz abi dedim. Zaten yazman için söyledim! -Yani! -Yanisi şu abi; senin yazdıklarına herkes inanıyor! Buna da inandılar. O haber çıktıktan sonra bir rahatladım ki sorma!

Kimse üzerime gelmedi bir daha! Senin sayende haa; unutma! Dilim tutuldu, ağzım kurudu... Kızdım da elbette. Ama o olayı yıllar geçse de de hala unutmam. Öyle zeki ve kurnazdı ki... “Herkes senin yazdıklarına inanıyor” derken, bir taraftan da iltifat ediyordu bana. Düşünün topunu oynuyor, golünü atıyor, alkışlanıyor ama... At yarışı tutkusu getiriliyordu önüne sürekli olarak sonra... Sanırım bunlardan kurtulmaktı amacı, bir süre kurtuldu da...

Çok duygulanmıştım

Ne yalan söyleyeyim, “Sergen Yalçın Beşiktaş’ın teknik direktörü oldu” dediklerinde çok duygulanmıştım.Büyüklerin gözünde küçükler hiç büyümezler, hep çocuk kalırlar ya... Bu da onun gibi işte...Koskoca adam olup da anlı şanlı bir teknik direktör de olsa...’Sergen Yalçın’ deyince benim gözüme hep o çocuk geliyor...Kepçe kulaklı, hafif çilli, muzip gülüşlü, haşarı, ele avuca sığmayan bir delikanlı!Artık yaşlandım mı ne, zaman zaman oturup da bakarken evimin penceresinden dışarı bir zaman tüneline giriyorum sanki...Geçmişte yaşananlar gözümün önünden geçip gidiyor...Tıpkı bir film şeridi gibi!Hayatıma giren portreler tek tek görünürken zihnimde... Sergen de o portrelerin önde gelenlerinden biri işte...Benim için ‘özel’ bir fotoğraf o.

İyi tanıyorum, bakışından bile ne demek istediğini anlıyorum anlamasına da... ‘Hadi anlat o zaman’ derseniz, kelimeleri bulmakta zorlanıyorum.O kadar çok ki onunla ilgili anlatabileceklerim... Onun için kelimeler bile yetmiyor.En baştan şunu söyleyeyim; 47 yaşında şu anda ama belki iki katı bir hayat yaşadı aslında. Belki kimine göre uzaktan soğuk, aksi, sevimsiz geliyordur. Ama ayaklı kitap gibi aslında, sayfalarını çevirdikçe okumaya doyum olmuyor...