Oğuzhan Özyakup: “Cenk ile birlikte 300 milyon euro ediyoruz”

Oğuzhan Özyakup: “Cenk ile birlikte 300 milyon euro ediyoruz”

Oğuzhan Özyakup, Avrupa'ya gitme hedefini koruyor. Socrates dergisine röportaj veren Beşiktaşlı futbolcu, uygun teklifin gelmesi halinde kariyerine yurt dışında devam edebileceği mesajını verdi.

Ajans Beşiktaş - 2012 yazında transfer olduğu Beşiktaş'ta yıllar geçtikçe kendini geliştiren ve 10 numarayı sırtına geçiren Oğuzhan Özyakup, siyah beyazlılara geliş sürecini, Slaven Bilic dönemini, Şenol Güneş faktörünü, yurt dışı planlarını, Robin van Persie ile arasındaki ilişkiyi ve milli takımda yaşananları Socrates Dergi'nin ekim sayısına verdiği kapsamlı röportajda anlattı.
 
Beşiktaş’a transfer kararını verirken neler düşünmüştünüz ve masada başka hangi teklifler vardı?
Hollanda’dan da teklifler vardı ama istemedim. Orayı 15 yaşımda terk etmiştim ve bütün arkadaşlarım orada kalmıştı. Bunu bir tehlike olarak gördüm çünkü dört yıl uzak kaldıktan sonra döndüğümde arkadaşlarımdan çok fazla ilgi görecektim, sürekli onlarla vakit geçirecektim, belki de futbola odaklanmakta zorlanacaktım.
 
Sonra Beşiktaş geldi... Kulüp o dönemlerde zor günler geçiriyordu, ‘Feda’ sezonu kapıdaydı, maddi şartlar sıkıntılıydı... Hepsinin farkındaydım. Bunun bilincinde geldim zaten. Ben açık bir insanım; o sıralar Türkiye’den başka kulüplerle de görüştüm, hatta bana daha çok para önerdiler ama ben Beşiktaş’ı seçtim çünkü burada şans bulabileceğimi biliyordum. Guti’li, Quaresma’lı kadro dağılmamış olsa gelmezdim belki, bilmiyorum ama sonuçta dağılmıştı ve kadroda daha genç isimler yer alacaktı, bu da benim için fırsat demekti. Zaten bir kere konuştuk ve “Tamam” dedim, “Kararımı verdim, ben Beşiktaş’a gitmek istiyorum.”
 
Beşiktaş’a geldiğinizde Samet Aybaba size istediğiniz şansı verdi ama Slaven Bilic döneminde zaman zaman formadan uzak zamanlar geçirdiniz. O süreçte kafanızdan ayrılık fikri geçti mi hiç? Sonuçta, oynamak için gelmiştiniz...

Samet Hoca ile 30 maç oynadım. Bilic’in ilk sezonunda da neredeyse her maç oynadım ama takip eden sezonda biraz sorun yaşadım. Baksan yine 40 küsur maç oynamışımdır ama bunların sadece 23-24’ünde ilk 11’deydim. Bilic’in son üç-dört ayında da iyice zorlanmaya başladım zaten.
 
Her hocanın kendine göre bir anlayışı var, senin de oyuncu olarak buna saygı duyup adapte olman gerekiyor. Belki de öğrenmem gereken şeyler vardı. Belki de o dönemler beni olgunlaştırdı, bilmiyorum. Ama güçlü durduğumu düşünüyorum. İlla ki kırılma anlarım olmuştur, sonuçta her futbolcu oynamak ister ama pes edip bıraksaydım bir daha hiç oynayamayacaktım. Bu yüzden çalışmaya devam ettim, sabrın ne demek olduğunu da o süreçte öğrendim. Zaten birkaç ay sonra Şenol Hoca geldi ve yeni bir sayfa açıldı. Sadece benim için değil, tüm takım için...
 
İlk sezonlarınızda ‘geleceğin yıldızı’ olarak gösteriliyordunuz ama o çıkışı bir türlü yapamamıştınız. Hatta “Fiziği yetersiz, güçsüz, zayıf, tüm maçı çıkaramıyor” gibi yorumlar yapılıyordu hakkınızda. Buna karşın, Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Arsenal ile eşleştiğinizde Arsene Wenger’esizi sormuşlardı ve o da “Sahada tüm gün koşabilir, harika bir dayanıklılığı var” demişti. Siz peki o süreçte, kendinizi kanıtlama gibi bir derdin içine düşmüş müydünüz hiç?
Benim aerobik koşu kapasitem belli. O dönemki testlerdehep en ön sıralarda çıkıyordum, şimdi de farklı değil,hatta genelde en iyisi oluyorum. Çünkü orta saha oyuncusuyum ve box-to-box oynuyorum, normal yani bu dayanıklılık. Aksi olursa problemdir zaten. Wenger de bunu bilir, o yüzden öyle söylemiştir.
 
Ama ülkemizde ‘algı’ o kadar önemli bir olgu ki... Bilicdöneminde bir ara sürekli 70. dakikada oyundançıkıyordum. İzleyenler de muhtemelen “90 dakikayı çıkaramıyor herhâlde” diyordu içinden. Oysa öyle bir şey yoktu; hoca sadece, taktik gereği ya da farklı bir sebepten ya 70’te çıkarıyor, ya 70’te alıyordu beni. Ama öyle bir algı yaratılmıştı ki sürekli bu soruyla karşılaşıyordum. Bana “Koş!” deseler, 90 dakika koşardım ama algıyı değiştirmek inanılmaz zor bir şey; çok vaktini, çok enerjini alır... Ben de bu yüzden hâkim algıyı değiştirmeye çalışmadım, kendimi değiştirme yolunu seçtim. Bir süre sonra da o algı yok oldu zaten.
 
Şenol Güneş’in birçok oyuncunun performansını en üst seviyeye çıkarttığı söylenir. Sizdeki etkisi ne oldu?
Bir önceki sezonun son üç-dört ayında forma şansı bulmakta zorlandığım için özgüvenim zarar görmüştü. Şenol Hoca geldi ve bana güven verdi. En önemlisi buydu. Sezon başı kampının ne kadar önemli olduğunu bilmiyordum ben, daha doğrusu farkında değildim diyeyim. Çalışıyordum yine ama söyleneni yapıyordum sadece. O sezon öğrendim ki sezon başı kampını ne kadar iyi geçirirsen o uzun maratonu da o kadar iyi çıkarıyormuşsun. Kamp döneminde hiç antrenman kaçırmadım, çok iyi hissediyordum. Sezon içinde de bunun ekmeğini yedim. O süreçte Şenol Hoca da bana çok yardımcı oldu. Hatta çok iyi hatırlıyorum; o dönem bana teklifler gelmişti ama Şenol Hoca ile konuştuğumda “Senin bir yere gitmeni istemiyorum, bu sezon çok çalışıp şampiyon olacağız” demişti. Öyle de oldu, çok çalıştık ve şampiyonluğa ulaştık.
 
Teknik oyuncuların daha geniş alanı görebilmeleri için geriye çekilmeleri son dönemde yaygınlaştı. En önemli örneklerinden biri de Andrea Pirlo’ydu hatta. Siz de Şenol Güneş’le birlikte sahanın biraz daha gerisinde oynadınız. Performansınızın artmasında bunun etkisi var mı?
Elbette etkisi oldu. 10 numara pozisyonundayken topu genelde sırtı dönük alır, dar alanda kora kor mücadele edersiniz, daha çabuk temas alırsınız. Çok daha zor bir pozisyondur yani. O yüzden, Şenol Hoca’nın beni biraz geriye çekmesinin bana özgürlük verdiğini ve katkı sağladığını söyleyebilirim rahatlıkla. Ama zaten şimdilerde klasik 10 numaralar pek kalmadı. Bizim takımda kimin 10 numara gibi oynadığını sorsanız Talisca derim ama o da tam 10 numara gibi oynamıyor. İkinci forvet gibi daha çok, her yerde görebilirsiniz onu...
 
Atiba Hutchinson’ın da katkısından da bahsedebilir miyiz?
O sene Atiba’yla hemen hemen her maç yan yana oynadık. Çok iyi bir performans sergiledi. Sosa vardı önümüzde, o da çok iyi bir sezon geçirdi. Hâliyle ben de iyi oynuyordum, takım deseniz aynı şekilde... Böyle bir ortamda kendi özelliklerinizi öne çıkarmak çok daha kolay tabii.
 
Sizin de başından itibaren parçası olduğunuz kadro için kırılma anının ilk şampiyonluk olduğunu söyleyebilir miyiz?
Biliç’in son senesinde dört-beş hafta kala verdik şampiyonluğu. Avrupa Ligi’ndeki Brugge eşleşmesindensonra tamamen düştük. Ama o sezon bize büyük bir tecrübe kattı. Sonra Şenol Hoca geldi, aramıza yeni oyuncular katıldı, pozitif bir enerji ve inanç vardı içeride. Sezon başı kampından itibaren hissediyordu herkes bunu, Şenol Hoca herkesle bire bir ilgileniyordu. Biz de birbirimizi çok sahiplendik, yerlisi yabancısı...
 
3-3’lük Akhisarspor maçından Serdar Kurtuluş’un ağladığı görüntüler geliyor aklıma ve ardından takımdaki diğer oyuncuların kendisine desteği...
Çok üzüldük çünkü ondan önceki sene de Akhisar’da puan kaybetmiştik. Buna rağmen, maç sonunda herkeste o inanç vardı. Kırılmadık, birbirimize destek olduk. Serdar Abi’nin duygularını açıkça göstermesi de bence güzel bir şeydi. Kulübü, takımı ve arkadaşlarını ne kadar önemsediğini gösteriyordu. Biz o gün, birbirimiz için ağlayabildiğimizi gördük. Orada umursamayan biri olsaydı, onun negatif enerjisi bütün takıma yayılabilirdi belki.
 
O sezon benim için çok farklıdır. Bana çok soruldu, “İlk şampiyonluk mu, üçüncü yıldız mı?” diye. Yıldız takmak elbette özel bir şey ama o senenin enerjisi çok başkaydı.
 
O kadronun iki önemli ismi; Mario Gomez ve Jose Sosa, sezon sonunda takımdan ayrılmıştı. Yerlerine Vincent Aboubakar ve Anderson Talisca geldi. Yine şampiyon oldunuz. Bu değişimi nasıl atlatmıştınız? İlk şampiyonluğun getirdiği özgüven, buna katkı sağlamış mıydı?
Evet, takımda iyi bir ortam vardı ve gelenler de bunaayak uydurmakta zorlanmadı. Biz zaten yeni gelenleri çok çabuk sahipleniriz. Aile gibiyiz.
 
Ben takım arkadaşlarımı annemden babamdan fazla görüyorum. Haftada iki maç oynuyoruz ki bu dört kamp günü demek ve o süreçte sürekli beraberiz. Bunun bir de sezon başı ve devre arası kampı var...
 
Yeni sezon öncesinde de kadroya Pepe, Alvaro Negredo, Gary Medel, Jeremain Lens gibi yıldız isimler katıldı. Takımın bu seneki gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Saha içinde daha farklı bir hava seziyor musunuz?
Takım, tecrübe anlamında gelişti. Bu kesin. Marcelogitti, Pepe geldi. Negredo deseniz, çok büyük bir isim; sahadaki sakinliği, duruşu, idmanlardaki katkısı çok önemli.
 
Biz iki sene üst üste şampiyon olduk, hedefimiz yineaynı ama bunun yanında Avrupa’da da başarılı olmak istiyoruz. Porto maçında gerçek bir Şampiyonlar Ligitakımı gibi oynadık. Daha önceki dönemde Avrupa maçlarında bazı hatalar yapıyorduk, bu kez aynı yanlışlara düşmedik. Kendimizden emindik, rakibi çok iyi analiz ettik ve o maç neyi gerektiriyorsa ona göre oynadık. Umarım böyle devam ederiz.
 
Beşiktaş, sinerjisi en yüksek dönemlerinden birini yaşıyor, üstelik daha büyük başarılarla dolu yılların da sinyalini veriyor. Uyum içindeki bireylerden oluşan bir ekip görüyoruz sahada. Takım futbol oynamak istiyor, taraftar da o takımı izlemek... Böyle bir dönemde kaptanlık bandını koluna takıp o sahaya çıkmak nasıl bir his?
Ben altyapılarda da kaptanlık yaptım, aynı şekilde Hollanda alt yaş milli takımlarında da... Ama Beşiktaş camiasının kaptanı olmak farklı bir şey.
 
“90 dakikayı çıkaramıyor” diyorlardı bana, sonra oynamaya başladım. İlk şampiyonluğu kazandıktan sonra “Kaptanlık ağır gelir” dediler, kupayı ikinci kez kaldırdım. Hislerimi anlayabilmeniz için Beşiktaş kaptanlığını yaşamanız gerekiyor. Dışarıdan bakıp “Buçok büyük bir şey” diyebilirsiniz belki ama yaşadığım için söylüyorum; evet, çok büyük ve ağır bir sorumlulukfakat aynı zamanda bir o kadar zevk ve gurur veren bir şey.
 
Bir yere gidiyorum, yemek yemeye çıkıyorum mesela,göğsüm dik. “Kaptan hoş geldin!” dediklerinde bile içim bir hoş oluyor. Çünkü ben orada arkadaşlarımı, camiayı, taraftarı, herkesi temsil ediyorum. Sorumluluk istiyor mu? İstiyor ama ben hiçbir zaman sorumluluktan kaçmadım ve üstelik bu hoşuma gidiyor.
 
Olur da yurt dışına giderseniz kariyerinizin sonunda yine Beşiktaş’a dönecek bir aidiyet geliştirdiniz mi bu süreçte?
Burası benim evim gibi. Ben bazen evde uyku tutmadığında tesislere gelirim uyumak için. İdman ertesi gün akşam saatlerinde bile olsa tesiste kalırım. Buradaki odam, yatağım... Evdekinden farkı yok.
 
Bazen Lens bana takılır, “Yine mi buradasın?” der. Antrenmandan sonra herkes çıkmış olur, en sona ben kalırım. Beşiktaş benim ailem oldu; tesis çalışanları, teknik ekip, takım arkadaşlarım, taraftarlar... Hepsi benim abim, kardeşim gibi... Gerçekten böyle hissediyorum ki özellikle son iki sezonda başarılı olmamın bir nedeni de bu bence.
 
Yine de yurt dışını düşünüyor musunuz?
Ben bunu hiçbir zaman saklamadım. Yurt dışı hedeflerim var ama doğru bir yer, doğru bir zaman, attığıma değecek doğru bir adım olması lazım. Kendimden ve kararımdan emin olmalıyım.
 
Mesela bu sezon başında teklifler geldi ama hiçbiri içimi rahat hissettirecek seçenekler değildi. Sonuçta burada bir sorumluluğum var; takımın kaptanıyım ve iki sene üst üste şampiyon oldum. Bu kulübe çok katkım var ama ben de bazı noktalara bu kulüp sayesinde ulaştım. Ne kadar teşekkür etsem yetmez. Zaten her gün bunun karşılığını verebilmek için çalışıyorum. O yüzden, Avrupa’ya gitme hedefim olsa da kafamda soru işareti yaratabilecek ihtimallerle ilgilenmiyorum. Emin olmak istiyorum, kararsız kalmak istemiyorum, keşke demek istemiyorum. Emin olduğumda, o adımı atabilirim. Hayırlısı, kısmet...Olacağı varsa olur ama ben kendimi hiçbir zaman şartlandırmadım, şartlandırmayacağım da...
 
Türkiye’de bugünlerde yabancı sınırı üzerine tartışmalar dönüyor. Bazı Türk futbolcular, işlerinin ellerinden aldığını söyleyip serzenişte bulunuyor. Siz bu tartışmanın neresindesiniz?
Ben bu tartışmaya hep uzak kaldım çünkü yapacağım herhangi bir açıklama farklı yerlere çekilebilir. Kendini iyi ifade edemeyebiliyorsun bazen. An geliyor, normalde düşündüğün cevabı veremiyorsun. Ayrıca, söylediklerinde içeriğinden bağımsız birçok parametre ile birlikte değerlendiriliyor. O gün makul karşılansa bile kötü bir sonuçtan sonra başka türlü yorumlanabiliyor.
 
Benim tek bildiğim, yerli futbolcular olarak çok çalışmamız gerektiği. Sınır olsa da, olmasa da... Çok çalışmamız lazım. Ama dediğim gibi; bu çok hassas bir konu, elbette benim de kendime göre fikirlerim var ama saydığım sebeplerden ötürü, paylaşmayı doğru bulmuyorum.
 
Peki şöyle sorayım; bu konu Cenk Tosun üzerinden çok tartışıldı ve ikiniz de altyapı eğitimini yurt dışında almış futbolcularsınız. Sizdeki dirayetin bir sebebi de bu olabilir mi?
Hep söylemişimdir; Beşiktaş’ta, Galatasaray’da,Fenerbahçe’de, Trabzonspor’da forvet olarak tutunmak çok zordur çünkü sürekli yabancı forvetler gelir. İki hafta gol atmasanız hemen üzerinize binerler. Ama Cenk’in belki de en büyük avantajı Mario’nun takıma katılmasıydı. Onun arkasında olmak, Cenk’e bir özgüven sağladı. Mario ilk 11 başlayıp gol atıyordu, atamadığında ve maç zora girdiğinde de Cenk oyuna giriyor, skora etki ediyordu. Cenk o sezon birinci forvetimiz olsaydı, üstündeki baskı nedeniyle çok zor bir sezon geçirebilirdi. Ama bu sayede kendini yavaş yavaş kabul ettirebilme şansı yakaladı ve bunu çok iyi değerlendirdi. O da istemezdi sonradan oyuna girmeyi ama bundan dolayı daasla yüzünü düşürmedi ve surat asmadı. Çalışmaya devam etti, sonucunu da aldı.
 
Bu sizin için de geçerli, siz de benzer bir sabrı göstermek zorunda kaldınız sonuçta...
Öyle olması gerekiyor çünkü pes edersen zaten kaybedersin. Ben Bilic döneminde oynamadığım zamanlarda bile çok iyi idman yapıyordum. Hem de formayı hak ettiğimi düşünmeme rağmen oynayamazken... O zaman yüzümü assaydım böyle olmazdı. Ha, zaman zaman yüzüm düşmüyor muydu? Düşüyordu ama evde, kendi kendime. Kimseye yansıtmadım bunu. Üzülebilirsiniz ama bunun performansınızı etkilememesi gerekir. Ben de kendimi geliştirmeye çalıştım ve sabırla bekledim.
 
Bilic dönemiydi yine, deplasmanda Bursapor’laoynuyorduk ve 43. dakika oyundan çıkarıldım. Düşünsene; takımın performansı kötü ve kenara çağrılan tek isim sensin, hem de ilk yarının bitimine iki dakika kala... Mental açıdan çok yıpratıcı bir durumdu ama kabullendim. Çalışmaya devam ettim. Arada oynadım, oynamadım ama tam bir sene sonra, yine Bursaspordeplasmanında, 90. dakikada skoru 1-0 yapan golü attım. Bir yıl önce pes edip bıraksaydım o şansı yakalayamazdım.
 
Milli takıma geçelim... Euro 2016’da yanlış giden neydi?
Futbol dışı olaylar takımı çok etkiledi. Şampiyonayagitmeden önce, Hollanda ve İzlanda maçlarında ortam çok iyiydi aslında. Takımdaki arkadaşlık, abi-kardeş ilişkisi falan üst düzeydeydi. Zaten o ortam sayesindekatıldık şampiyonaya. Ama sonra çok kötü bir turnuva geçirdik.
 
Ben çok üzüldüm çünkü milli takımla böyle bir turnuvaya katılmak, çocukluk hayalimdi. Oradayken dışarda neler olup bittiğini tam anlayamıyorsunuz ama şunu söyleyebilirim; ben pozitif ya da negatif enerjiye inanan biriyim ve o dönemde takımın etrafında büyük bir negatif enerji vardı. Sosyal medyayı takip etmesek bilefark ediyorduk. Mesela basına açık idmanlar oluyordu, hissediyorduk o gerginliği. Hâlbuki bir bütün olduğumuzda neler yapabileceğimizi biliyoruz, yaşadık. En son Hırvatistan maçı işte... Ukrayna’ya yenildik ama takım olarak bunun üstesinden gelmeyi bildik. Hırvatistan’ı mağlup ettik ve bir anda her şey değişti.
 
Hırvatistan maçı demişken... Ukrayna ve Hırvatistan maçları için açıklanan ilk kadroya alınmamıştınız ve bu da tartışmalara neden olmuştu. Mircea Lucescu’nun size “Görüşürüz” dediğini söylemiş vekararı anlamadığınızı belirtmiştiniz. Sonra bir anda kadroya çağrıldınız ve özellikle Hırvatistan galibiyetinde kritik bir rol oynadınız. O süreçte neler yaşandı?
Bir gün kitap yazarsam o 12 günlük süreci kesinlikle anlatacağım...
 
Ama o zaman da söyledim; kadro açıklandı, adımı görmedim fakat buna rağmen kimseye kırılmadım. Böyle bir hakkım da yoktu zaten. Üzgün müydüm? Evet, üzgündüm çünkü arkadaşlarımın yanında olmayı hakettiğimi düşünüyordum. Oranın bir parçası olduğuma inanıyordum. Anlatılabilecek bir his değil gerçekten.
 
Sonra bir sabah telefonum çaldı, hocamız bizzat aradıhatta, “Akşam kampa bekliyorum” dedi. Ben de düşünmeden kabul ettim tabii, milli görev sonuçta. O formayı giymek çok gurur verici bir şey...
 
Son dönemde Beşiktaş taraftarları arasında, özellikle de sosyal medyada, sizin kaç milyon edeceğinize dair tartışmalar var ve en son 150 milyon Euro’da konsensüs sağlanmış gibi görünüyor...
Sosyal medyanın gücü gerçekten inanılmaz. Biri herhangi bir konuda hiç düşünmeden bir şey yazıyor, sonra bir bakmışsın patlamış, herkes onu konuşuyor.
 
Bahsettiğiniz mevzuyu ben de gördüm tabii, hatta arkadaşlarım bazı caps’ler falan da yolluyor arada. Güzel bir şey sonuçta. En son Cenk üzerinden de aynı muhabbet döndü, onda da 150’ye kadar çıkıldı galiba. İkimiz 300 milyon Euro ediyoruz yani! (Gülüyor) Bir yandan komik ama biraz da gerçekçi olmak lazım tabii.
 
Siz kendinize nasıl bir fiyat biçiyorsunuz peki?
Ben kendime fiyat biçmem. Bahsettiğiniz transfer gerçekleşirse, o gün hep birlikte görürüz zaten.
 
Robin van Persie ile ta Arsenal günlerinden yakın arkadaşsınız ama geçen yıl derbide bir tartışma yaşadınız. Konuşup görüşmeye devam ediyor musunuz?
Yok, o günden beri hiç konuşmadık. Normalde sahada olan sahada kalır ama orada öyle olmadı. Belki bir gün yine bir yerde karşılaşırız ama eskisi gibi olmaz herhâlde. Bu konuyla ilgili çok da konuşmak istemiyorum aslında ama o dönem medyada, yapmadığım şeyleri yapmışım gibi gösterdiler. Buna çok üzüldüm. Ben yalan konuşacak biri değilim, konuşmam da... Gerek de yok zaten. Bir şey yaptıysam yaptım der, özür dilerim. Ancak o bu konuda hiçbir yanlışım yoktu diye düşünüyorum. Varsa bir yanlışım, o maçta Robin’eayak uydurmaktı. O kadar...
 
(Socrates Dergi)

Etiketler :